AK Parti Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kürsüsünde dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Milletvekili yaptığı konuşmasında, Batı uygarlığının Gazze’nin küllerine yenileceğini belirtti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşan AK Parti Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu, “İnsanın dâhil olduğu her beşeri inşada rastlayacağımız gibi tarih de bir devamlılık ve değişim harmanıdır. Bir taraftan ezeli bir sürekliliğin diğer taraftan da nurtopu gibi yeniliklerin rüzgârıyla devam eden bir hengame. Bu hengame, içerisinde tarih öncesine kadar giden bağların da aktif olduğu son derece girift bir süreç. Bu yüzden her neslin tarihe karşı birinci vazifesi onu yeniden yazmaktır.” dedi.
BİZ UZUN VADEYE BAKMAYI SEVMEYİZ
Aydoğdu sözlerine, “Esasen insana ve topluma dair her şeyin iki veçhesi olagelmiştir. Değişim ve süreklilik. Devletler sürekliliğin toplumlar değişimin aslî failleridir. Rahmetli Ayvaz Gökdemir, ‘Hem kökün hem göğün olacak’ demişti. Devlet kökleri tutacak, değişim ise toplumun göklerinde özgürce kanat çırpacak. Hayatın içindeki her şey gibi Türkiye de kendini yenileyerek ve kendini aşarak yoluna devam ediyor ve edecek İnşallah. Demokrasi, insan hakları, özgürlük, adalet gibi ortak değerler, temel ve kökler olarak bütün asliyeti ve asaleti ile korunurken, bunları hayata geçiren yöntemler çağın ve teknolojinin doğrultusunda yenilenebilmelidir. Sağlıklı yaklaşım, ‘temel tercihlerde süreklilik, yöntemlerde yenileşme’ tercihidir. Değişen ve gelişen Türkiye, insanlarının iç dünyalarıyla gönül bağlarını her dem taze tutabilmelidir. Bu açıdan hiç yenileşme hamlesi, tarih ve kültürle bütünleşme olmadan başarılı olamaz. Ülkemizde, hafıza yetmezliği bazen çok ciddi sıkıntılara sebep olabilmektedir. Geçmişe dönük derinliğin olmayışı, bir noktadan sonra, geleceğin de ufkunu daraltır. Fernand Braudel, üç tarihsel süreçten(zamandan) söz eder; birincisi hepimizin bildiği kısa vade yani yakın zaman, ikincisi konjonktürel vade yani ara dönemlerdeki değişim ve dönüşümleri ifade eden zaman, üçüncüsü ise “long dure” dediği uzun vade. İlk ikisi tamam da bu üçüncüsü yani uzun vade Türkiye’nin en büyük meselesi. Biz uzun vadeye bakmayı sevmeyiz. Bu yüzden belki de çevremizdeki uzun vade hesaplaşmalarına hep şaşırmışızdır.” diyerek devam etti.
GEÇMİŞ ÖLÜ DEĞİLDİR; HATTA GEÇMEMİŞTİR BİLE!
AK Parti Aksaray Milletvekili Cengiz Aydoğdu, “Romalı tarihçi Polybius milattan iki yüzyıl önce Evrensel Tarih başlıklı eserinde şunları yazıyordu: ‘Önceleri dünyada vuku bulan şeylerin birbirleriyle rabıtası yoktu; fakat Roma İmparatorluğu’nun yükselişinden sonra bütün hadiseler ortak bir potada birleştirildi.’ Ondan nerdeyse iki bin yıl sonra Fransız şair Paul Valery, aynı bakış açısıyla 20. yüzyıl başlarında ‘Bütün dünya işin içine karışmadıkça hiçbir şey yapılamaz artık’ diyordu. 20. yüzyıl ortalarında Alman filozof Karl Jaspers ise felsefi çizgiyi çekiyordu: ‘Avrupa felsefesinin akşam kızıllığından dünya felsefesinin şafağına doğru uzanan yolun üzerindeyiz.’ Alman filozof yanılmadı, Gazze’den sonra Avrupa’nın fikir ve felsefe bahsinde gecesi çoktan başladı. Dünya felsefesinin şafağına dair ise ufuklarda henüz bir işaret göremiyoruz. Bütün dünya munkabız bir suskunluk içerisinde. Tanpınar olsaydı bu durumu ‘suskunluk fesadı’ olarak görür müydü acaba? Gazze insanlığın 21. yüzyıl imtihanı oldu, bu kesin. Ne var ki 21. Yüzyılda uygarlığı temsil ettiğini varsayan hâkim zihniyet bu imtihanda sınıfta kaldı. En gelişmiş teknolojik ölümcül silahlarıyla bütün bir Batı Uygarlığı 40/45 km kareye sıkışmış yarıdan fazlası savaşamayacak durumda kadın ve çocuktan oluşan ve ellerinde çaresizliklerinden ve sarsılmaz imanlarından başka hiçbir şey olmayan bir avuç insanın üzerinde öldürme temrinleri yapıyorlar. Anlı şanlı Batı Filozofisi ise katilleri mazur gösterme beyannameleri yazıyor. Sokrates’in kemikleri eğer çürümemişse, sızlıyordur şimdi. Son yüzyıl, Osmanlı coğrafyasının tamamı için felâket zamanları olmuştur. Ancak şurası hatırda tutulmalıdır ki 20. asrın başında coğrafyamız üzerinde dönemin hâkim güçlerinin çizdiği politik sınırlar sadece ‘politik’ sınırlardır. Ekonomik, stratejik, dinî ve kültürel meşru sınırları yalnızca tarih çizebilir. Bugün için Osmanlı İmparatorluğu ‘politik’ açıdan yoktur; fakat tarihi miras kültürel, dinî, ekonomik ve stratejik açıdan 20. yüzyıldan önceki kadar hissedilir derecede vardır. Çünkü tarih, hayatın en aktif bileşenlerinden biridir. Bütünüyle hayatın içindedir. En çok da sanki geçmiş yokmuş gibi, olanlar olmamış gibi davrandığımız zamanlarda hayatımıza tesir eder. Hani o Amerikalı Romancının dediği gibi, ‘Geçmiş ölü değildir; hatta geçmemiştir bile.’
Bu mazi gerçeği, bir insanın hayatında nasılsa toplumsal hayatta, siyaset ve idarede ve bilhassa uluslararası ilişkilerde iyice öyledir. Beynelmilel arenada mazi daima mevcuttur. Bu itibarla ‘tarih boyutundan mahrum’ bir dış politika gerçeklerle ilişkisi olmayan ve sahada uygulama imkânını kaybetmiş beyhûde bir gayrettir.” ifadelerini kullandı.
OSMANLI DEVLETİ HER BÜYÜK DEVLET GİBİ HİKMETLİ, BASİRETLİ VE BUZ GİBİ RASYONEL OLMAK ZORUNDAYDI
“Tarihi ihmal ettiğiniz anda birikimlerinizi ve kaynaklarınızı da ihmal edersiniz. Sizi inşa eden unsurlardan kopuk bir dış siyaset anlayışına mahkûm olursunuz.” Diyerek açıklamasına devam eden Cengiz Aydoğdu açıklamasının devamında, “Yüzlerce yıllık birikimler, medeniyet unsurları, ilişkiler ve hayat tarzları, sanki hiç var olmamış ya da sanki bize değil de başka bir topluma aitmiş gibi bize yabancılaşacaktır. Türkiye’nin tarihine baktığımızda çok farklı kültür ve inanç guruplarıyla yüzyıllarca aynı devletin çatısı altında yaşayıp onu sahiplenmiş olmak, çok farklı coğrafyalarda aynı siyasi dilin gönüllü katılımcısı olmak, uluslararası politikada bugün için hâlâ kıymet-i harbiyesi olan şeylerdir. Türkiye’nin dış siyasetini bu büyük birikimden yoksun bırakamayız. Ufkumuzu daraltamayız. Geçmişte Osmanlı bütününün bir unsuru olmuş toplumlar, şimdi çok sayıda bağımsız ülkede yaşıyor. Türkiye’nin tarihsel beraberliklerinin çoğu, elli yılla, yüz yılla sınırlı değil; yüzlerce yılın derinliğine sahip. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Kuzey Afrika, Sudan, Yemen vb. ülkeler. Kültürel özellikler ve Selçuklu-Osmanlı öncesi dikkate alındığında, Orta Asya da bu ‘Tarihi Coğrafya’nın bir parçası sayabiliriz. Öte yandan uluslarası siyaset, ülke menfaatinin matematik bir ifadesidir; adeta cebirsel bir menfaat denklemi gibidir. Bir hesap işidir. Dış ilişkiler, menfaatin ve menfaat hesabının, menfaati şekillendiren amillerin sürekli değişim içinde olduğu hareketli, dinamik ve diyalektik bir süreçtir. Ülkelerarası dış siyasette imkânlar ve idealler adeta raks eder. Siyaset, imkânlarla ideallerin kesiştiği noktada inşa edilir. Bunun için de tabii idealiniz ve imkânınız olmalı ve siz bunların mahiyetini ve kıymetini müdrik olmalısınız. Fransız edip Victor Hugo, ‘Musa, mihrap için bir heykeltıraş arıyordu. Tanrı, iki heykeltıraş lazım, dedi. Oliab’la Beliseel’i mabede yolladı. Biri ideal’i yontacaktı, öteki reel’i’ demişti. İdeali de reeli de kifayet miktarı yontarak çözüme ulaşılır. Osmanlı devlet ricali bunu “nazarî hikmet’in amelî hikmet ile meczedilmesi” olarak ifade etmiştir. Osmanlı Devleti her büyük devlet gibi hikmetli, basiretli ve buz gibi rasyonel olmak zorundaydı. Meselâ tarihçimiz Naima eserinin mukaddimesinde “mebâdi-i ef’alden havâtim-i ‘amâli bilib sudûr-ı umûrdan umûr-ı sudûru idrâk eyle”mekten söz eder. Müthiştir, bugünkü dille “İşlerin başlangıcından sonucunu bilip işlerin akışından iş akışını nasıl idare edeceğini idrak etmek.” olarak söyleyebiliriz.” ifadelerini kullandı.
ORTA DOĞU TARİHİ İLK ÇAĞLARDAN BERİ ZORUNLU NÜFUS HAREKETLERİNE KONU OLMUŞ BİR COĞRAFYADIR
Cengiz Aydoğdu sözlerine, “1071’de Anadolu’ya geldik 25 sene sonra Haçlı Seferleri başladı ve hâlâ devam ediyor. 14. yüzyılda Osmanlı kuruluyorken Avrupa’da modern iktisadi büyüme başlamıştı. Kuruluş asırlarından itibaren Osmanlının karşısında aslında Osmanlıdan çok daha güçlü bir Avrupa vardı. Osmanlı, modern iktisadi büyümeyi gerçekleştirip bugünkü modern kapitalizmi inşa eden Avrupa’ya karşı 20. Yüzyıla kadar direnmeye devam etti. 20. yüzyıl başlarında, sömürgecilik yoluyla yükselen Batı Uygarlığının karşısındaki en büyük siyasi engel, yine ve hâlâ sömürgeci olmayan çok-kültürlü bir devlet olarak Osmanlılar idi. Osmanlıyı kırk parçaya ayırmadıkça, sömürgeciler Orta Doğu’ya hâkim olamazdı. Ve öyle de oldu maalesef. Osmanlıyı parçaladılar, Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da huzuru yok ettiler. Seksenli yılların başlarında Mülkiye’de İsmail Cem’in yazdığı “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi” ders kitabı olarak okutuluyordu. Kitapta o yıllara göre İsmail Cem için oldukça cesaret gerektiren bir bakış açısının sevki ile rahmetliyi tanımak merakına kapıldım ve tanıştık. Vefatına kadar zaman zaman rahmetlinin nezaketine ve nezih uslubuna şahit olma imkânımız oldu. Son yıllarında o menhus hastalıkla mücadele ederken bir taraftan da okumaya ve yazmaya devam ediyordu. Yeni bir “Orta Doğu Tarihi” yazmak için çalıştığını söyledi. Bir karşılaşmamızda son çalışması ile ilgili konuşurken demişti ki “biliyor musunuz Orta Doğu’nun son 100 yıllık tarihi Türklerin Orta Doğu’dan sürüp çıkarılma tarihidir.’ Evet hakikaten öyleydi. Orta Doğu Türksüzleşmişti. Bugün dahi Orta Doğu sanki müslümansızlaştırılma operasyonu ile karşı karşıya. Soğuk Savaş’tan sonraki Orta Doğu’yu, Irak’ın Suriye’nin başına gelenleri ve Filistin’de olanları bir de bu açıdan değerlendirmek lazım. Nerden bakarsanız bakın 90’lı yıllarda Irak’tan ve 2000’li yıllarda Suriye coğrafyasından milyonlarca Müslüman vatanlarından uzaklaştırılmıştır. Orta Doğu tarihi ilk çağlardan beri zorunlu nüfus hareketlerine konu olmuş bir coğrafyadır. En huzurlu yıllarını 400 yıllık Osmanlı asırlarında yaşamıştır. Esasen Arap Birliği veya Arapların huzuru diye bir şeyden sözedilecekse bunun gerçekleşmeye en yakın olduğu zaman aralığı Türk asırlarıdır. Bizden sonra yüz küsür yıldır Ortadoğu huzur görmemiştir. Aynı şeyi Balkanlar ve Balkan Halkları için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Çok değil bir yüzyıl önce Avrupa matbuatı bu ülkelerle ilgili haber yaparken buralardan Türkiye diye söz ediyorlardı. Orta Doğu tabiri de esasen biz bu topraklardan çeklirken telaffuz edilmeye başlanmıştır. Yani o yıllarda Türkiye, bir Orta Doğu ülkesi değildi; oraların tamamı Türk ülkesi idi; Türkiye idi. Orta çağlardan beri Avrupa halkları birleşerek ulus oldular. Osmanlı ise parçalanarak uluslara ayrıldı. Prusyalılarla Bavyeralılar birleşip Almanya oldular; Venediklilerle Floransalılar birleşip İtalya oldular. Osmanlılarsa parçalanıp Irak, Suriye veya Mısır oldular. Almanlarla İtalyanlar şimdi birleşip Avrupalı olmaya çabalarken, Araplar ve diğerleri daha küçük parçalara ayrılma tehlikesiyle karşı karşıyalar. Modern Batının sözde uygarlığı kendi merkezindeki halkları bütünleştiriyor; çevredeki milleti parçalıyor. Böylece Avrupa dışı halklar hep yeniden başlamak zorunda kalıyorlar.” diyerek açıklamasını sürdürdü.
MİLLETİMİZİN DEĞERLER HAZİNESİ, GELECEĞİMİZİN GERÇEK TEMİNATIDIR
Aydoğdu konuşmasına, “Biz her şeyi değiştirip her şeye yeniden başlamak zorunda kalsak da nerden başlarsak başlayalım bizi her zaman sonsuz akışa bağlayan bir tarihimiz var, hamdolsun. Meselâ bugün için dünyanın boğuştuğu meseleler bizden biraz uzak ama imkânlar biraz daha yakın gibi görünüyor. Son üç yüz yıldır ilk kez bu kadar imkân ve ihtimallere daha yakın durumdayız. Şüyuu vukuundan beterdir deriz de bazı ihtimallerin şuyûunun, vukuûna zemin hazırladığını pek düşünmeyiz. Bu tehlikeyi hiç düşünmediğimiz için sıradan olumsuzluklar üzerinden mütemadiyen umutsuzluk ve nefret üreten bir intelijansiyamız var. Aşağılık kompleksi içerisindeki bu intelijansıya dünya fikir birikimine hiçbir katkıda bulunmadan ülkenin moralini bozma ve emperyalist batı kapitalizminin değirmenine su taşımaya devam ediyor.
Zizek söylüyordu: ‘İnsanlık bugün öyle bir durumda ki, içinde yaşadığı sonsuz evren’in sonunu tahayyül edebiliyor, düşünebiliyor da içinde yaşadığı kapitalizmin sonunu hayal bile edemiyor.’ Yani şimdiki zaman diktatörlüğü diyebileceğimiz bir diktatörlük, gelecek üzerine herhangi bir ütopya hayal etme imkânını elimizden çekip alıyor. Siyasetin teorisiz bir pratik olduğu hükmünü, hadiselerin aldığı anlık veçhelere karşı tavır belirlemede geçerli sayabiliriz ama temel siyasi tutumlar için doğru kabul edemeyiz; uzun vadede teorisiz bir siyasi pratik olamaz. Fikir, siyasetin temel şartı ve hayatî lojistiğidir. Ve siyasi düşünce bence felsefenin en üst katında ikame edilir. Çünkü fikriyat fiiliyata tekaddüm eder, önce düşünür sonra yaparız. Kaçınmamız gereken asıl tehlikenin fikir ve düşünce yetersizliğinin bir buhrana dönüşmesi olduğunu artık görmeliyiz. Çünkü, fikirsizliğin ve daha da önemlisi samimiyetsizliğin çok kolay zemin bulabildiğini görmek gerçekten kahredici.
Bağımsız müstakil bir devlet olmak, aynı zamanda bir muhteva meselesidir; bir devletin vatandaşı olmak için o muhtevayı da içselleştirmek gerekir. Bayrağı savunurken onun anlamını da benimsemek lâzımdır. Ancak ondan sonradır ki aynı ülkenin insanları olarak aramızdaki eleştiri tahammülüne hayat hakkı verebiliriz. Bu itibarla şimdi burada hepimizin üzerinde ittifak edebileceğimizi zannettiğim, mahrumiyetini hissettiğimiz asıl hususun birbirimizi yeterince sevmek olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin dünya coğrafyası içindeki yeri, bizim tarih ve dünya içinde ifade ettiğimiz manayı da gösterir. Bir otobanın kenarında durup giden araçları seyrederseniz araçların akış hızı sizi korkutur. Ama aynı otobanda arabayı siz kullanırsanız trafiğin akışını hatta yavaş bile bulabilirsiniz. Tıpkı böylece tarihin ve siyasetin uzun müddet dışında kalıp içinde olmayanlar tarihe dönmekten korkarlar. Türkiye, bence soğuk savaşın bitişi ile birlikte tam manası ile tarihe dönmüştür. Telaşa mahal yoktur veya tam da telaşlanacak zamanlardayız. Soğuk Savaş döneminin “dehşet dengesi” nedeniyle derin dondurucuya kaldırılan pek çok bölgesel sorun buradan çıkarılmış, Doğu Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya başta olmak üzere pek çok coğrafyada haritalar yeniden çizilmiştir. Batı dünyası ve Türkiye Soğuk Savaş sonrasında Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceği konusunda “taban tabana zıt” ve “yüksek çatışma riski taşıyan” tasavvurlar geliştirmişlerdir. Irak ve Suriye’den başlayan, ama onlarla sınırlı kalmayacak yeni “status quo” oluşturulması süreci çok sıkıntılı olarak devam edeceğe benziyor. Washington ve Ankara’nın yeni düzen tasavvurları arasındaki makas açıklığının kapatılması kolay gözükmemektedir. Bu ABD’nin fiilen bölgeye gelerek “oyun kuruculuk”a soyunması, Türkiye’nin ise diğer aktörlere yaklaşarak “oyun bozuculuk” stratejileri geliştirmesine neden olmuş ve “düşük yoğunluklu” bir çatışmanın zeminini oluşturmuştur. Bu gerilim büyük ihtimalle yeni Ortadoğu şekillenene kadar sürecek gibi görünüyor.
Eskinin ölmediği yeninin doğmadığı zamanları yaşıyoruz. Dünya tarihinde ilk defa yeni bir medeniyet vaadinde bulunmadan Çin, uluslararası sisteme meydan okuyor. Rusya, Petro’nun veya Lenin’in Rusya’sı arasında bir Karamazof gibi salınıp duruyor. Hindistan’ın veya Pasifik ülkelerinin dünyaya söyleyecek herhangi bir şeyleri yok gibi.
Bütün bir Batı Bloku ABD dâhil İsrail zalimliğinin gölgesinde Gazze’nin külleri altında kaldı. Batı uygarlığının Gazze’nin küllerine yenildiğini söyleyebiliriz. Batı Uygarlığı diye söze başlandığında Gandi’nin muhatabına gülerek “Batı Uygarlığı” bu iyi fikir olurdu” dediği geliyor aklıma…
Öte yandan dünyada gayesiz toplumların belirmeye başladığını görüyoruz. Gaye olmaz ise insan denilen kavramı kaybederiz. Gayesini kaybetmiş gayretkeşlik fanatizmler doğurur. Kitleler ne istediklerini veya isteyeceklerini bilmeyince canavarlaşırlar. Bu bahsi Tanpınar’ın bir tespiti ile tamamlamak istiyorum; ‘Milletlerin birikmiş kudreti nesillerin hatalarının üzerinden atlar’ diyor üstat. Bir yeraltı ırmağı gibi derinden akan milletimizin değerler hazinesi, geleceğimizin gerçek teminatıdır.” diyerek son verdi.
Avni Kuru